HaberlerŞehir HaberleriSiyasetSosyal

TÜRKİYE BU “ZIPLAMALI ULAŞIMI” HAKETMİYOR

Yeterince güvenli ve modern olmayan iskelelerden düşen birçok insan, her seferinde yeni iskele facialarına konu oluyor. Yetkililer bu soruna ne zaman eğilecek bilinmiyor.

Spor Genel Müdürlüğü tarafından Türkiye genelinde uygulamaya konulan, güzel bir çalışma var: “Koşabiliyorken Koş” Projesi… Televizyon, bilgisayar karşısında şişmanlayan aile fertlerini obezite dahil bilumum aşırı kilo hastalıklarından koruyabilecek etkili ve faydalı bir proje…

Son yıllarda gelişen teknoloji sayesinde ayaklarımız yerden kesildi. Arabadan in, asansöre bin. İşyerinde alt kattaki mesai arkadaşınla görüşmen mi gerekiyor? Atıver pıt diye bir mail; Amerika üstünden alt katla bağlantı kur ama yerinden kalkma. Arabanı otoparka mı çekeceksin? Hemen en yakındaki boşluğu ara ki, çıkışta fazla yol yürümeyesin. Son yıllarda maalesef hayat tarzımız durağanlaştı.

Ekmeği, köfteyi, pilavı bolca yedin mi? Yağı, kreması bol pastaları da götürdün mü? Üstüne bir de televizyon ve bilgisayar karşısında yağlı cipsleri, şekeri bol kolaları yiyip içtin mi? Al sana birkaç seneye çiçeği burnunda hokka gibi obezlerimiz hazır…

“Koşabiliyorken koş” projesi, ülkemiz açısından, faydalı ve etkin bulduğumuz ve dahi alkışladığımız projelerden biri… Yani her gelişmeyi eleştirmiyoruz, güzel ve anlamlı bulduğumuz çalışmaları destekliyor, hatta alkışlıyoruz yeri geldiği zaman…

“Koşabiliyorken koş” projesi güzel deyip alkışlıyorsunuz da, İstanbul’daki bazı ulaşım kuruluşları yıllardır “Zıplayabiliyorken zıpla” uygulaması yapıyorlar, onları neden alkışlamıyorsunuz, diyenler çıkabilir. Yüz binlerce İstanbullu gibi bu uygulama içinde her gün ulaşım araçlarında “mecburen zıplayan” insanlar olarak bir bakalım, alkışlamaya değer mi?

Son yıllarda İstanbulluların aşina olduğu bir ulaşım aracı da şehir hatları vapurlarına alternatif olarak çalıştırılan özel motorlar. Bunlar önceleri küçük motorlardı ancak zamanla bazıları neredeyse vapurdan daha büyük hale geldi.

Cüssesi vapurdan büyük hale gelse de işletme mantığı değişmedi maalesef. Her Allah’ın günü Bu motorlarla karşı yakaya geçmeye çalışan yüzbinlerce kişi, kıyıya yanaştırılan yarım metre genişliğindeki “domuz burnuna” benzeyen bir burun üstünden “Zıplayabiliyorsan zıpla” mantığıyla inip binmeye çalışıyor. Zıplayamayan yaşlılar, çocuklar, hamileler, engelliler ne olacak? O noktada “Zıplayamıyorsan zıplatsınlar” mantığı devreye giriyor, üç beş yolcu güvenli olmayan bir şekilde maduru tutup, hayrına “Zıplatıveriyor”.

Her gün yüz binlerce insan motorun yarım metrelik burnunda cambazlık yapıyor. Bazen motor iskeleden bir metre yüksekte kalır, bazen iskele motordan. Dalgalı denizde bazen yarım metre genişliğindeki o burun, bir metre kadar aşağı yukarı inip çıkarken 5 yaşındaki çocuk da, 80 yaşındaki ihtiyar da buradan adeta dans ederek atlamak zorunda kalır. Adrenalin dansı… Durum bir yandan vahim; öte yandan evlere şenlik komik. O derece… Anlayacağınız bu motorların yolcu köprüleri eğreti damgasını hak etmiştir!

Değeri milyon doları bulan bu devasa teknelere, araba vapuru benzeri motorlu ve zincirler vasıtasıyla açılıp kapanan yolcu köprüleri yaptırmak ne kadar masraf çıkarır ki? Bu işten milyarlar kazanan şirketler, tanesi 40-50 bin liraya çıkabilecek modern yolcu köprüleri yaptırmaya güç yetiremez mi? İnsan hayatı ülkemizde hala bu kadar ucuz mu?

Vapurları var İstanbul’un mesela; martı misali süzülen denizlerde… Uzaktan izlerken, bizi duygu dünyamızda farklı âlemlere götürür; tarihi tasarımı ve martı endamıyla İstanbul’un simgelerinden olan bu gemiler… Aslında bu gemiler de değeri milyon doları aşan ulaşım araçlarıdır. Gelgelelim inerken binerken eğreti tahtalar üzerinde cambazlık yapar İstanbul’lu… Hiç düşündünüz mü o eğreti tahtalar üzerinde yüreği ağzına gelerek cambazlık yaparken, günde kaç kişi ölümün eşiğine geliyor, ve o eşik üzerinde mücadele ediyor diye…

Geçenlerde bir İstanbul’lu o tahtalardan kaydı ve düştü dalgalı sulara… Hem de herkesin gözü önünde, kameralardan izlenecek şekilde ayağı kaydı, düştü ve hayatını kaybetti. Adamcağızın adı Haydar Kayır… Eğreti tahtalar üzerinde her gün ip cambazı gibi atlayıp zıplayarak yolculuk yapan yüz binlerce yolcudan biri…

Görüntüleri hadise olduğunda sıcağı sıcağına izlemiştim, yazıyı kaleme alırken internetten bulup bir kez daha izledim. Eğreti tahta üzerinde, insanların nasıl korkarak yürümeye çalıştığına bir kez daha şahit oldum o görüntülerde… Nasıl korkmasınlar ki, Vapur sallandıkça ortası kendiliğinden açılan iki tane lalettayin tahta parçasının üzerinden geçerek denizi aşmaya çalışıyorlar…

O kadar kolay kaydı ve düştü ki adam suya, inanılmaz… Yağmurdan ıslanmış tahta üzerinde ayağı kayınca kenarda hiçbir koruyuculuğu olmayan demirlerin arasından adeta uçar gibi gitti bir anda derin sulara… Kenardaki incecik teli kim tutabilir ki o telaş esnasında…

Değeri milyonlarca lirayı geçen ve insan gibi kıymetli bir varlığı taşıyan koca koca gemilerimiz var. Gelgelelim, bu gemileri karaya bağlayan, binlerce insanın üzerinden geçtiği yolcu köprüsü, yüz lira etmeyecek basit bir tahta parçası!

Peki, bir insan öldükten sonra bile ne değişti? O tahta yolcu köprüleri hala görevde… “Görevimiz tehlike” filminde başrol oyuncularından biri olarak her gün İstanbul’un manzaralı iskelelerinde…

Denizcilik İşletmeleri gemilerinde kullanılan bu derme çatma tahta yolcu köprüleri de “İstanbul’un Eğretileri” arasına girmeyi fazlasıyla hak etmiştir.

Asıl komik olan, bir yanda Koca koca gemiler, bunların sırtından milyarlar kazanan kocaman şirketler, kelli felli müdürler, kaptanlar ve bir yığın personel var… Öte yanda milyonlarca mağdur İstanbul halkı bu tehlikeleri her gün atlatır, bu badireleri her gün yaşar. Ne hikmetse bu eğreti zımbırtılardan kurtulmak, daha kullanışlı, modern, insanın değerine, onuruna yaraşır yöntemler bir Allah’ın kulunun aklına yıllardır neden gelmez? Milyon dolarlar ödenerek alınan gemilerin bütün parasını aldığı biletlerle ödeyen binlerce insan bu gemilere, üç paralık tahta parçaları üzerinde hayatını tehlikeye atarak biner ve iner her defasında…

Aslında son yıllarda güzel gelişmelerde olmadı değil… İstanbul halkına soruldu bir mini referandum misali… “Yeni gemiler yaptıracağız, hangi tasarımı istersiniz” denildi; İstanbul halkı da tasarımı öncekilerle aynı fakat makine aksamı ve iç dizaynı modernize edilen yeni nesil gemileri seçti. Bu gemilerde bulunan yolcu köprüsü takdire şayan bir biçimde modernize edilmiş; arabalı vapurlardaki motorlu ve zincirlerle indirilen yolcu köprüsünün benzeri… Alkışlanacak düzeyde kaliteli bir tasarımdır birçok yönüyle yeni gemiler…

Halka soruldu, halk en güzelini seçti tabi ki… Her zaman söylerim, doğrudan demokrasi iyidir diye… Gerekirse her gün referandum yapılmalı, şehir referandumları yapılmalı, ilçe referandumları yapılmalı, mahalle referandumları yapılmalı diyorum. Bilişim çağında yaşıyoruz, elimizin altında artık internet ve e-turkiye portalı var diyorum; kime diyorum? Şimdilik bu kadar açalım; yavaş yavaş… Sonrası daha sonraki yazılarda peyderpey gelir nasılsa…

“Zıplamalı Ulaşım” deyince otobüs ve minibüslerden bahsetmeden geçemeyeceğim. Zira bazı şoför kardeşlerimiz de bu alanda “eğreti” damgasını hak ediyor, hakkını yemeyelim…

İstanbul’un varoş denilen kenar mahallerine yolunuz düşüyorsa bu söylediklerimi hemen hatırlayacaksınız zaten. Tabi ki bütün şoförler aynı değil, içlerinde işinin hakkını bir tamam veren çok kaliteli hizmet sunan kişiler var. Onların zor şartlarda ortaya koyduğu hizmet anlayışı ve kalitesi gerçekten takdire şayandır. Ne var ki toplu taşıma araçlarındaki bazı şoförler ifa ettikleri kamu hizmetinin bilincinde değiller. Yolcu daha inmeden dikkatsizce kapıyı kapatıp gitmeye kalkan mı dersiniz, yolcularla gereksiz tartışmalara girenler ve kaba ifadeler kullananlar mı dersiniz, aracı çok sert kullanıp fren ve gaz pedallarına aşırı yüklenerek vatandaşı zıplatanlar mı dersiniz; hangi birini sayalım?

Geçenlerde İstanbul’a uzak semtlerden birine giderken yine böyle bir şoför kardeşimize denk geldik. Neye sinirlendiyse artık, adeta hırsını otobüsten ve içindeki yolculardan çıkardı; ani fren ve gaz darbeleriyle ayaktakiler habire “Zıpladı” oradan oraya… O sırada kamerayla insanların yere devrilmemek veya otobüsün camlarından dışarı fırlamamak için yaptığı hareketleri birileri çekip facebook, youtube gibi sosyal medyada yayınlamış olsaydı yolculardan pek çoğu fenomen olmuştu şimdi sanal alemde… Kadıncağızın biri hamile üstelik; yarı dönüşlü bale hareketine benzer hafif zıplamanın ardından panikle açılan gözlerinde bildiğimiz “çocuk tekmeledi” ifadesi yerine “çocuk röveşata yaptı” ifadesini görmek mümkündü, maalesef…

Kendisine tepki gösterildiğinde ise malum şoför burnundan kıl aldırmaz bir edayla dönüp, “Beğenmeyen taksiyle gitsin” demez mi? İllet olurum bu kelimeye oldum olası… Yaptığın hizmeti beğendirip satamıyorsan, senin orada işin ne? Hem vatandaşın onca mesafeyi her gün taksiyle gidecek kadar parası olsa, bu uzak semtlerde niye otursun. Şehrin merkezinde bir yerlerde oturur ve genelde her tür hizmette kaliteyi yaşar.

Yolda gördüğü şişman veya yaşlı yolcuları, almayıp yirmi metre ilerdeki zayıf ve genç yolculara kapısını açan minibüs şoförlerinin bunu neden yaptıkları açık… Peki, ahlaki ve kamu hizmetine uygun bir davranış mı bu? Hayır.

Şimdi bu kabil hizmet kusurlarını alışkanlık haline getirmiş kamu hizmetleri ifa eden personeli “İstanbul’un Eğretileri” arasına katıp damgalasak hata etmiş olur muyuz? Hiç sanmıyorum.

İstanbul güzel şehir… Şehirler Sultanı… O kadar güzel ve güçlü ki, elbirliğiyle kirletmek, çirkinleştirmek için elimizden geleni yapıyoruz ama yine de tam olarak başaramıyoruz. İlahi vergi bir güzelliği ve gücü var bu şehrin… İnsanı çeken, her kaprisine rağmen uzaklaşmayı engelleyen bir cazibesi var… “Huysuz ve tatlı kadın şarkısı” acaba bu şehir için mi yazılmış diye düşünüyor insan bazen…

İstanbul’da eğreti şeyler var bir de; bunlar ayaküstü sallanıyor, tedirgin ediyor, kimi zaman da canından bezdiriyor biz İstanbulluları… Yanında bulundukları güzel hatta harika şeyleri bile basit, ilkel veya kendisi gibi eğreti gösterebiliyor çoğu zaman, bu eğreti şeyler…

Bunların bilincine varıp, sorunların çözülmesi için elden geldiğince gayret sarfeden, kamuoyu oluşturarak devlet kurumlarını, bu konularda harekete geçmeye teşvik eden vizyon sahibi İstanbul’lular var neyse ki…

Daha dün katıldığım, Ulaştırma bakanlığı tarafından düzenlenen Ulaşım Şurası organizasyonunda izleme fırsatı bulduğum, yurtiçinde ve yurtdışı kaliteli ulaşım entegrasyonunu sağlamak adına üzerinde çalışılan ve tartışılan projeler gerçekten umut verici… İstanbul kadar güzel bir yaşam için, devasa projelerle cebelleşen Ulaştırma Bakanlığı başta olmak üzere diğer bakanlık ve kurumlarda, Büyükşehir Belediyesi’nde, diğer belediyelerde, planlı ve sistematik çalışmaları yürüten çok sayıda yetkin kamu görevlisinin bulunduğunu bilmek insanı rahatlatıyor neyse ki…

İstanbul’a her yıl bir Anadolu vilayeti ekleyen kontrolsüz göç makul seviyeye çekilebilirse, “Kendi kendisinin okulu olan bu muazzam şehir”, birkaç seneye vaziyetini kurtarabilir anlamında hâlâ umut var neyse ki…

 

Kaynak : Hüsamettin Piraz / Alemihaber.com

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir