ADALETSİZ BİR ÜLKE MEZBAHADAN FARKSIZDIR
Tıp doktoru olan ve ağabeyi Basil’in bir kazada ölmesi sonucu, babasının son yıllarında beklenmedik bir şekilde onun yerine geçen Beşşar Esed’in, yumuşak mizaçlı olduğu izlenimi veren görüntüsü de beklentileri güçlendiriyordu… Beşşar Esed’in göreve gelmesiyle, yıllarca kesif baskılar altında yaşamış ve katliamları yaşamış Suriye halkı da, reformlar konusunda dış dünya gibi umutlanmıştı.
Ama olmadı. Beşşar Esed, uzun iktidarı sürecinde, rejimde hiçbir ciddi açılım yapamadığı gibi Mısır Devrimi’nden sonra da dünyaya söz vermesine rağmen, hiçbir reform yapmadı, yapamadı.
Arap Baharı’nın yaşandığı diğer ülkelerden ilham alarak, 15 Mart 2011’ de haklarını elde etmek ve taleplerine ulaşmak isteyen kitleler harekete geçti; Suriye’nin şehir, kasaba ve beldelerindeki sokak hareketleri büyüdü. Şabiha denen güvenlik birimi, elini Suriye halkının alışık olduğu şekilde kana buladı. Şabiha, insanların eklem yerleri ve dillerini kesmeye, adı bölgede zulüm ve işkenceyle anılan İsrail’in dahi bugüne kadar yapmadığı, örneğini sergilemediği, bazılarını burada dile getirmeye dahi dilimizin varmadığı, zulüm ve işkenceleri kendi halkına, muhaliflere ve hatta onların masum çocuklarına uygulaması sonrası halk ayaklandı. Sloganlar sertleşti, en uç noktaya varacak kadar çağrılar ve talepler arttı. Bu halk hareketleri, cinayet ve işkencelerin halkı korkutamadığını gören rejimi adeta şoke etti.
Birleşmiş Milletler, ayaklanmanın başlamasından bu yana 150 binden fazla kişinin öldüğünü tahmin ederken, Beşşar adeta babasının yoluna girdi ve babası Hafız’ın 1982’de Hama’da 20 binden fazla kişiyi iki haftada öldürmesi gibi, Beşşar da kendi adına zamana yayılmış katliamı sürdürüyor.
Artık umutlar tükendi. Beşşar Esed ve Suriye rejimi’nin , kendi istekleri ve hükümet dinamikleriyle reform yapamayacakları ve ancak, geniş halk kitlelerinin ortaya koyduğu mücadele ve uluslararası baskılarla reforme olacakları veya yıkılacakları belirginleşti.
Suriye’de şu son 4 yıldır olup bitenler, silah kullananlar olduğu bahanesiyle, halk kitlelerinin, evlerinin, dükkanlarının, şehirlerinin topyekun imha edilmesi ve ezilip geçilmesini amaçlayan vahşice harekat, Dünya’yı ayağa kaldırdığı gibi, rejim ordusunda da çözülmelere yol açtı. Vicdanlı insanlar karşı saflara geçtiler. Türkiye’nin himayesinde faaliyetlerini sürdüren Suriye Ulusal Konseyi’nin askeri gücü haline gelen Hür Suriye Ordusu, Rejimin halka yaptığı zulümlere dayanamayıp ordudan ayrılan Suriye askerlerinden oluşuyor. Suriye Ulusal Konseyi tarafından, sokaktaki insanların ve sokak hareketinin koruma görevi Hür Suriye Ordusu’ na verildi. Ordu sokaktaki insanları, hastaneleri koruyacak. Çünkü Esad’ın emrindeki rejim ordusu, sokaktaki halkı, hastanelerdeki yaralı insanları bile infaz ediyor. Bunu önleyecekler. Hür Suriye Ordusu’nun, ağır silahlarla donanmış Esad’ın Ordusu’nu mağlup etme ihtimali zayıf; en azından uçuşa yasak bölge oluşturulmadığı takdirde bu çok zor.
Uçuşa yasak bölge oluşturulması ve dış müdahalelerin önünün açılması konusu gündeme geldiğinde, BM Güvenlik Konseyi’nin ne denli demokrasiden ve hukuk anlayışından uzak, çarpık bir yapıya sahip; ne denli reforma muhtaç olduğu bir kez daha gözler önüne serildi. Suriye ateşinde aydınlanarak, sorunlu yapısı ve reforma muhtaç hali ortaya çıkan kurumların ilki ve en büyüğü BM oldu. BM Güvenlik Konseyi üyelerinden Rusya ve Çin’in veto açıklamaları, Suriye sorununu zorlaştıran en önemli etken olarak gündemdeki yerini koruyor.
Geçtiğimiz aylarda Arap Birliği, silahsız sivillere karşı korkunç vahşete sahne olan Humus’a gözlemci heyeti gönderdi. Gözlemciler, şehirde incelemelerde bulundular, birkaç kişiyle görüştüler ve basına açıklama yaptılar: “Ne zulmü? Herhangi bir zulüm görmedik”. Açıklamayı ilk duyunca, “Sudan’lı general akıllı adam, “Bizim ülkelerimizde böyle baskılar, cinayetler, işkenceler filan her gün oluyor. Afrika’yı, Arap Birliği ülkelerinin çoğunu bir ziyaret edin; neler görürsünüz” demeye getirdi, acı bir tebessümle ironi yaptı herhalde…” diye düşündüm. Çünkü Suriye’deki katliamları ve işkenceleri sağır sultan bile duydu, boy boy görüntüler internette dolaşıyor.
Arap Birliği genel sekreteri Nebil el Arabi düzenlediği basın toplantısında, “Arap Birliği gözlemcilerinin Suriye görevi devam ediyor. Ülkede ateşkesin sağlanması, tutukluların serbest bırakılması ve uluslararası basının ülkeye girişinin sağlanması gibi Arap Birliği protokolünde yer alan maddelerin hayata geçirilmesi gerekir” dedi.
Bölgenin ve Arap Birliği’nin durumunu ortaya koyması bakımından, asıl önemli olanıysa Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Hamad bin Casim söyledi: “Arap Aleminin hali içinde bulunduğumuz durumdan daha iyi olsaydı, Suriye konusunda yapacağımız çok şey vardı. Suriye’de akan kanın bir an önce durdurulması için Suriye yönetiminin gerekeni yapmasını temenni ediyoruz”. Yani, sorunu çözmek üzere oraya giden “Arap Birliği” üyesi ülkeler kendi aralarında parçalanmışlık halinde ve antidemokratik yapılarıyla “Arap Baharı reformlarına muhtaç” halde… Aslında bu gözlem faaliyeti de, “Arap Birliği” nin bu düzeyde üstlendiği ilk görevi ve onlar da işlerini yaparken öğreniyorlar Suriye’de…
Suriye muhalefeti, ülkedeki ölüm olaylarından ve akan kandan Arap Birliği’ni sorumlu tutarken, Esed rejimi Arap Birliği Heyeti’nin gözlem sürecini ve görüşmeleri uzatarak zaman kazanmayı hedefliyor. Kuşkusuz Kaddafi’nin “Ürkütücü Sonu”, Suriye rejimini “Arap Girişimi”ni kabul etmek zorunda bıraktı. Suriye Rejimi, hamisi Rusya’nın telkiniyle de olsa onay verdiği Arap Birliği planı şartları kapsamında, muhalefetle istemeyerek de olsa bir diyalog başlatmış oldu.
İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), Suriye’deki halk hareketinin ortaya çıkmasından sonra, Suriye yönetiminden siyasi anlaşmazlıkların ılımlı bir diyalog süreci içerisinde çözüme kavuşturulması ve gerekli reformların hayata geçirilmesini talep etti ve saldırılar kınandı. Bu kadar. İİT’nin BM benzeri kapsamlı bir uluslararası kuruluşa dönüştürülmesinin gerekliliği bu hadiseyle birlikte bir kez daha kuvvetle hissedildi. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın bu tür hadiselerde daha etkin olabileceği bir yapıya kavuşturulması, üyelerinin farklı görüşlere sahip olması nedeniyle daha uzun zaman alacak gibi görünüyor.
NATO da bundan iyi değildi. Suriye’de bazı protestocuların gösterilerde, “NATO nerede?” şeklinde pankartlar açmasına rağmen, Genel Sekreter Anders Rasmussen, ekim ayında örgütün müdahaleye “hiç niyetinin olmadığını” diplomatik nezaketin de dışındaki ifadesiyle açıklarken, Suriyeli protestocular için hayal kırıklığı oldu.
Reform fırsatını kaçıran Suriye rejimine karşı neler yapılabilir? Petrolü olmadığı halde Esed rejiminin dış dünyada Kaddafi rejiminden fazla dostu olduğu, yaşananlar çerçevesinde ortaya çıktı.
Öncelikle İran, Suriye yönetimini Lübnan’a geçiş koridoru sağlaması, Hizbullah’a gönderdiği para, silah ve danışmanlarını İsrail’e çok yakın yerlere konuşlandırmasına müsaade etmesi açısından müttefiki olarak görüyor. Mezhep yakınlığı olması ve “Bahar rüzgarları” kendisine de ulaşır diye endişe duyduğu için Suriye rejimine ciddi destek verdiği biliniyor.
İlginç bir şekilde, Rusya ve Çin de benzer düşüncelerle genel olarak Arap devrimlerine, özel olarak da Suriye’deki demokratik çabalara karşı tavır aldılar. Rusya’nın Suriye’de Sovyetler Birliği döneminden bu yana bazı imtiyazları olduğu biliniyordu. Bu yüzden her iki ülke de Birleşmiş Milletler toplantısında Suriye rejimini kınama tasarısını veto ettiler. Batı ise İslamcılar gelir diye Esed rejiminin devrilmesinde Libya’daki kadar istekli görünmüyor.
İran’ın insani ve ahlaki kaygıları gözardı ederek, stratejik gerekçeler ne olursa olsun, Suriye gibi bir diktatörlük ve zulüm rejimini ayakta tutmak için sergilediği dış politika manevraları, kazandırdığından çok kaybettirebilir. Bu yaklaşım tüm İslam Alemi karşısında imajını zedeleyerek kendisini yalnızlığa itebilecektir. İran’ın Suriye yönetimine böylesi mutlak destek vermesi halinde, Suriye halkını ve Suriye’yi gelecekte tümüyle kaybetme ihtimalini de gözden uzak tutmaması gerekir. Ayrıca İran’ın Suriye, Hizbullah ve Irak’ı kapsayan bir “Şii Ekseni” oluşturma çabaları ve bu yöndeki “Mezhepsel siyaseti”, tüm bölgeyi kaosa sürükleyebilecek ve zararı herkese dokunacak tehlikeli bir komplo adeta… Çünkü, Türkiye’nin güneyle bağlantısını kestiği gibi, yoğun şii nüfusa sahip olan Körfez Ülkeleri de, böyle bir eksenin oluşması ihtimali nedeniyle son derece tedirgin. İran, Suriye yönetiminin değil, Suriye halkının yanında yer aldığını açıklamakta umarız geç kalmaz.
İran’ın Suriye’yi desteklerken en fazla kullandığı argüman, siyonist İsrail rejimine karşı oluşturulmuş bulunan “Direniş Cephesi”nde boşluk oluşacağı endişesi yersiz. Ayrıca İran’ın, Suriye’li muhalifleri ve onları destekleyenleri, emperyalizmin oyununa gelmekle suçlayarak, kendi kamuoyunu ikna etmeye çalışması da pek inandırıcı değil. Zira Suriye halkının, Baas Rejimi ortadan kalktıktan ve halk iradesine dayalı bir hükümet kurulduktan sonra, ülkelerinin bir bölümü olan Golan Tepeleri’ni 44 yıldır işgal altında tutan İsrail’e karşı, muhalif tavrını değiştireceğini kim iddia edebilir.
Oysa, Beşşar Esed ülkesini yıllardır işgal altında tutan İsrail’e karşı ciddi bir mücadele sergilemediği ve daha çok kendi halkıyla savaşmaya meyyal siyaseti nedeniyle, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Kiminle savaşacaksın ve savaşıyorsun? Kendi halkınla mı? Ölünceye kadar savaşacak idiysen, senin ülkenin 44 yıldır işgal altında bulunan Golan Tepeleri’ni kurtarmak için niye savaşmadın?” eleştirisine maruz kalmıştı.
Türkiye, Suriye’deki olaylar konusunda başlangıçta oldukça ağır davranmasına rağmen giderek daha etkili bir tutum takınmaktadır. Başlarda ağır davranılmasında, Suriye ile ilişkilerde yaşanan dostluk rüzgarlarını devam ettirme isteği hakimdi. Dosluk çerçevesinde Esad’ın reform çalışmalarına Türkiye’nin barışçıl katkı sunma ve bu yönde teşvik etme arayışı, Suriye halkına yapılan dehşet verici zulümler karşısında son buldu. Bu noktadan sonra Türkiye, Esad Yönetimi’ne en sert çıkışları ve karşı duruşu sergileyen ülke oldu. Türkiye, Suriye’li mültecileri himaye etmek için “Çadır kent” kurdu ve Suriye toprakları içinde beş kilometrelik “Tampon Bölge” oluşturulmasına destek verdi. “Suriye Ulusal Konseyi”ne ve onun silahlı gücü olan “Özgür Suriye Ordusu”na merkezlerini kurarak, Suriye Rejimiyle olan mücadelerini Türkiye’den yönetmelerine izin verdi. İçerden ve dışarıdan Türkiye’nin Suriye’ye tek başına müdahale etmesini adeta tahrik edenler olmasına rağmen, hükümetin buna yaklaşmaması rasyonel bir politikadır. Zira Rusya’nın bölgeye savaş gemilerini gönderdiği, Amerika’nın zaten çok büyük bir güçle müdahil olduğu, hatta Kanada’nın bile savaş gemilerini gönderdiği ve daha geniş coğrafyalara yayılma ihtimali olan böyle bir hadiseye, Türkiye’nin tek başına yalınkılıç müdahale etmesi pek makul görünmüyor. Böylesi bir girişim, insani açıdan yapılsa dahi Türkiye’nin başını uluslar arası hukuk açısından ziyadesiyle derde sokabilirdi.
Türkiye’nin bunun ötesinde katkı sağlayabileceği konular da var. Rusya ve İran gibi Baas rejimine destek olan ülkeleri, bu rejimin gidici olduğuna ve Ortadoğu’daki bu büyük demokratikleşme dalgasına karşı durmamaları gerektiğine ikna etmek gibi… Özellikle de uluslararası alanda kamuoyu baskısı, diplomatik ve siyasi baskılar artırılarak rejimin yalnızlaşması ve dolayısıyla iç ve dış desteğin azaltılması konularında diplomatik girişimler yoğunlaştırılmalıdır.
Suriye rejiminin yumuşak karnı, ülkede kötüleşen ekonomik durum. Zaten çok iyi olmayan ekonomisi, çıkan isyanlar yüzünden adeta felç oldu. Özellikle mali yaptırımlar, rejimi zora sokacak, etkili olacaktır. Ayrıca yapılması gereken, Özellikle de uluslararası kamuoyu baskısı, diplomatik ve siyasi baskılar sonucu rejimin yalnızlaşması ve dolayısıyla iç ve dış desteğin azaltılması Baas Rejimi’nin kaçınılmaz sonunu hızlandıracaktır. Sonuçta bu tür rejimler, baştaki despotun kendi isteğiyle çekilmesiyle değil, ancak etrafındaki insaf sahibi güçlü kimse ve grupların ülkelerine ve halklarına daha fazla zarar gelmesin diye, despotu yalnız bırakmasıyla yıkılırlar.
Amerika’nın bölgeye bakış açısı, Obama işbaşına geldikten sonra değişti… Amerika, Bush yönetiminin Irak’a yaptığı gibi tam bir askeri müdahaleden kaçınacak ancak gerekli durumlarda, Libya örneğinde olduğu gibi sınırlı ve dolaylı müdahalelerle çözüm arayışına gideceğini, politik yaklaşımları ve söylemleriyle ortaya koyuyor.
Birleşmiş Milletler’den, Suriye konusunda kınama kararı dahi çıkarılamadı. Güvenlik Konseyi’nde 5 daimi üyeden Rusya ve Çin, kendilerine tanınan “Veto Hakkı” nı Suriye rejiminden yana kullanarak, sivil halka ne olursa olsun, Suriye’ye karşı herhangi bir Güvenlik Konseyi kararını veto edeceklerini açıkladılar.
Suriye’de yanan ateş, bu ülkeyle birlikte Dünya’nın ve bazı kuruluşların da acziyetini, çarpık yapıları ve bu tür durumlara yeterince hazırlıklı olunamadığını gözler önüne serdi. Yine bazı ülkelerin konuya nasıl insani bakış açısı ve ahlaki değerlerden uzak, salt stratejik kaygılar ve ulusal menfaatleri açısından yaklaştıkları herkesin malumu oldu. Otoriter Suriye Rejimi’nin tutar tarafının olmadığı biliniyordu, artık içerden ıslahının mümkün olmadığı da anlaşıldı. Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı, Nato gibi kurumların bu tür olaylara müdahale noktasında yetersiz kaldığı ve kendilerini her gün değişen konjonktür çerçevesinde reforme etmeleri gerekliliği ortaya çıktı. Nihayet bu tür durumlara müdahale edebilecek en yetkin kurum olan Birleşmiş Milletler’in eksiği gediği, antidemokratik ve adil olmayan yapısı Suriye ateşinde aydınlandı, bir kez daha gözler önüne serildi.
Öyle ki, bütün devletler BM’deki temsilcileri aracılığıyla bir konuda karar alsa, Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden biri bunu kabul etmeyip “Veto” etse, tüm insanlık aleminin o konuda aldığı kararın hiçbir anlamı kalmıyor. Suriye konusunda da bu yaşandı. Tüm devletler, “Demokrasi ve özgürlük mücadelesi veren” ve bunun dışında başka hiçbir kötü emeli olmayan Suriye halkının dramını sahiplendi. Tüm Dünya ülkeleri, Kendi halkından beş bin insanı öldüren, binlercesine işkence eden Suriye Yönetimi’nin, kınanması yönünde BM’de kınama kararı çıkarılması yönünde harekete geçerken, Rusya ve Çin bunu veto edeceklerini açıklayınca tüm insanlığın bu kararı geçersiz sayıldı. Demokrasi bunun neresinde ve Adalet neresinde?
Sözgelimi Rusya’da yada bir başka BM daimi üyesi ülkede, kamuoyu tarafından elli kişiyi öldürdüğü bilinen bir grubu, hükümetteki bir bakan veya güçlü bir holding, “Bu kişiler bizim korumamızda, yargılanmalarını ve cezalandırılmalarını veto ediyoruz” diyebilir mi? Kamuoyu bunu kabullenir mi?
Yada aynı ülkelerden birinde, ülke meclisinin kahir ekseriyeti sağlayarak aldığı bir kararı, icra organının bir üyesi “Veto” edebilir mi? Kamuoyu bu konuda nasıl tepki verir?
Oysa, BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin dahi kendi ülkelerinde asla kabul etmeyecekleri antidemokratik ve hukuksuz bu uygulamaları, söz konusu “Dünya Demokrasisi” ve “Dünya Hukuku” olunca, kabul edip benimsemeleri, Dünya kamuoyunun gözünün içine bakarak uygulamaları, akıl ve mantıkla değil ancak “Güç sarhoşluğu” yla izah edilebilecek bir durum. Suriye’de beş binden fazla masum insan öldürüldü. “İnsanlığa karşı işlenen suçlar” kapsamında bu yaşananlar, ancak birileri çıkıp bu vahşeti uygulayanları “Veto Himayesi” ne alabiliyor ve hukuki açıdan Dünya’nın eli kolu bağlanıyor.
BM’nin 1945 savaş sonrası konjonktüre göre şekillenen ve galip devletleri öne çıkaran bu yapısı, “Dünya Demokrasisi” ve “Dünya Hukuku”nun önünde ciddi bir engel değil midir? BM’nin 1945’lerdeki konjonktüre göre oluşan yapısıyla 2012’nin Dünya’sını yönetirken acziyeti, Suriye’de ve Dünya’nın farklı bölgelerinde “Veto şemsiyesi” altında haksız yere akan oluk oluk kan misali, ortaya dökülüyor… İnsanlık olarak, önümüzdeki dönemde daha yaşanılabilir bir Dünya’da yaşamak istiyorsak, cevabını samimiyetle vermemiz gereken soru şu aslında: “Gücümüzü hak ve adalet ölçülerimiz doğrultusunda mı kullanacağız; yoksa, hak ve adalet ölçülerimizi güce göre mi belirleyeceğiz?”
Galiba İnsanlık Alemi olarak, demokratik tepkimizi ortaya koymak suretiyle, Dünya’yı saran ve pek çok hayırlı açılımı beraberinde getiren “Bahar Rüzgarları”ndan yeni bir bahar daha çıkarmamız gerekecek.
“Birleşmiş Milletler Baharı”
Kaynak : Hüsamettin Piraz / www.timeturk.com